top of page

· Eşik - I Kayıt 4 I

KİMİN BU SOKAKLAR, ALANLAR, KENTLER

Bu sokaklar kimin?

Yayaları hiç sevmeyen; çocuklara, yaşlılara düşman bu sokaklar kimin?

Ağaçsız, çiçeksiz, böceksiz, kuru, taş-toprak, bizden olmayan çirkin yüzler takınmış bu sokakları soruyorum…

Şu sırtınızdaki giysiyi, ayağınızdaki ayakkabıyı sorar gibi soruyorum:

Kimin bu sokaklar?

Yırtık, kirli, bakımsız giysilerinizi sorduğumda yüzünüzün alacağı biçimi düşünerek, sokakları soruyorum…

Belki de gerçekten sizin değil bu sokaklar…

Ya şu caddeler?..

Örneğin şu alış-veriş caddeleri?..

Anlamayacağınız dillerden’tabela’lara boğulmuş şu caddeler kimin?...

CENGİZ BEKTAŞ

 

Zihnim bulanmış ve göz çanaklarımdaki yorgunluk gitgide artmaktaydı. En son ne zaman uyandım, hatırlamıyorum bile. Bunu anlamak güç değil. Şehrin kargaşası tüketiyor beni, bizi, buğu ve boğuntu. Ötelerden gelen kahve kokusu, neredeyim, neredeydim. Buyurun? Yenibosna? Ötelerden bir ses, bir renk, bir koku, ‘Dere Yolu’. Evet, tam da burası bir zamanlar derenin aktığı bir yoldu. Pek zamandır unutmuştum bunu. Büyükbabam anlatırdı, bir zamanlar burada insanlar ayaklarına poşet geçirerek yürürlermiş ve sanırım artık poşetlerin yerini ayakkabılar aldı, derenin yerini ise kethum bir asfalt. Derenin yanında dar bir kaldırım taşlarla örülmüş, yer yer harçsız duvarlar ve biraz da yeşillik. Eğer hafızamı yeteri kadar zorlayabilseydim bunu tasvirlemem çok zor olmazdı fakat bu sadece büyükbabamın müthiş anlatı gücünün temsili olurdu ve ona haksızlık edebilirdim. Neyse ki ‘Dere Yolu’ artık yerini ‘Ahmet Yesevi Caddesi’ne bıraktı. Bu yüzdendir anlatacak pek bir şey kalmadı artık. Bu yolun hızla geçilmesi gerekti diğer günler gibi. Uzun adımlarla ve neredeyse kaçarcasına bu peşi sıra kümelenmiş dükkanların ve ne idiği belirsiz koca koca binaların arasından sağa,sola,yukarıya ve aşağıya bakmadan, her geçen gün daha da kolaylaşırcasına adımlarımı hızlandırarak mesafeleri katedebiliyorum. Bu biçimsiz yığının bittiği yerde ‘Şirinevler’ başlıyor. Burada evler gerçekten şirin miydi? Bilmiyorum, bilemeyeceğim asla. Sokağın köşesini döndüm ve karşımda meydanın girişi büsbütün. Caddenin karşısına geçmek için adımımı atmamla geriye çekmem aynı hızda oldu. Kornalar havada uçuşuyor, benim için çalınmadığı besbelli. Burada sağdan sola bir hücum var. Neyse ki otobüs yokuşu ağır aksak çıkıyor, hafif tempoyla geçebildim. Kebapçının siparişleri gelmiş bile erkenden; kolalar, ayranlar, çuval çuval unlar ve niceleri istiflenmiş ana caddenin önüne, kamyonetin arkası açık, soluksuz indiriyorlar ürünleri. Ayakbağı olmadan döndüm ve yoluma devam ettim. İslerin siyahla örttüğü kaldırım taşlarını, tüm bu korna sesleri arasında gün ışığının binalardan sıyrılarak zor bela yere düştüğü anda fark ettim fakat birkaç gün önce bir travestinin peşimden koştuğu bu yerde izler yoktu veya o heyecanla ben gecenin yıldızsız karanlığında göremedim veya -ki en muhtemel şey bu sanırım- geceleyin birkaç kişi burada ateş yakmış olmalı. Bira kutularıyla birlikte siyah poşet, etrafa saçılmış tütünler ve içi boş bir paket kapağı açık tekel sigarası. Bankanın giriş basamaklarında yatacak kadar sıcak bir hava yok, en azından bir karton bulabilseydiler onlar için iyi olabilirdi. Birazdan fosforlu kıyafetiyle gelecek olan çalı süpürgeli çöpçüler uyandırma servisini başlatırlar. Neyse. Bu siyaha bezenmiş kaldırımın üzerindeki ağaç, dibindeki çöp kutularından kurtulmak istercesine tüm yapraklarını dökmüştü bile. Bana Gorki’nin Çocukluğum’undaki ‘Ana’yı anımsattı bu ağaç bir an. Yorgun ve kederli, meydanın tüm yükünü sırtlamış ve neredeyse artık zaman tüm umutlarını götürmüş gibi tuhaf bir haldeydi. Gerçi kim dayanabilirdi ki bu sese ve kokuya ve acıya, tek başına. Bunu düşünürken hemen caddenin güney tarafındaki küçük kitapçıya attım kendimi yine. Evden çıktıktan sonra metroya gidene kadar yaklaşık otuz dakikalık bir yolculuğum olur her gün. Ve bu kitapçı benim tam iki nokta arasındaki rotamda kaçış ve dinlenme durağım. Nefes alabildiğim birkaç yerden birisi sadece. Kapısının önünde telden sepetler, içerisinde kitaplar var. İçerde ahşap bir merdiven, cilalanmış raflar ve arka tarafta bir kaç tabure, kitap incelemek isterseniz buyurun. Gerçi bir kez bile orada oturan görmedim, peh. Burada ne işi var bu dükkanın diye hep kendime sorarım. Arka penceresi ana yola açılır yani e-5’e. Üst geçit yalnız başına duruyor orada. Arabalar, metro, metrobüs, korna sesleri, toz bulutu, mazot kokusu, motor, bisiklet, binalar, insanlar ve telaşlılar. Şehrin hegemonyası, başka başka gürültüler bir pencereden görünür arkada devasa Ataköy blokları silüeti oluştururken önündeki ağaç kümeleriyle birlikte. Bir hızla bakacaklarıma baktım alacaklarımı aldım ve yeniden dükkanın tek basamağından aşağı kendimi attım. Kitapçının karşısındaki bankamatiklerde sıra bekleyen insanların tartışmaları duyulmayacak gibi değil. Tahammülsüzler. Sabrımızın eşiği pamuk ipliğine bağlı. Gerçi bu hale nasıl geldik? Bankamatiklerin önündeki dilenci ne yazık ki doğru yerde duracağına inanarak gelmiş olmalıydı fakat hata ettiğini oradan kalkıp gitmeye başladığında fark ettim. Kitapçının hemen sağ çaprazındaki börekçinin camı buğulanmış. Sanırım börekler, pideler ve poğaçalar yeni çıktı fırından, elektrikli, taş fırın değil aman. Önündeki kuyruk işe yetişmeye çalışacak, koştur koştur hengamede her geçen gün süregelen rutin alışkanlıklarını ezbere uygulayacaklar. Monotonlaşıyoruz. Börekçinin karşısındaki -yani kitapçının birkaç metre yanında- simitçiden fena kokular gelmiyor. Tercihim simit ve çay, cebimde kırışmış bir onluk var ve bir kaç bozukluk yeterli sanırım. Yanındaki büfe artık sıcaktan bayılmaya yüz tutmuş meyveleri sıkarak meyve suyu satmaya çalışıyor. Bu kadar meyveyi bu mevsimde pazarda görürsünüz ancak. Salı olsaydı bugün günlerden ondan da bahsederdik. Motorlu kuryeler yaya caddesinde bile bir yere yetişiyorlar, çok acil olmalı. Bu insan sürüsü arasından sürtünmeden yol almak neredeyse olanaksız. Acele etmeliyim. Zihnimdeki kokular buharlaşmadan önce ilerlemeliyim. Sürekli yer değiştiriyor sürü. Hızla koşuyor, hızla yürüyor ve eğer bu koşuşturmacada beklersen seni ezercesine sürükleyebilirler, hızlı olmalı. Bu reklam panolarının arasından zor bela kendimi Balkan Lokantası’nın önüne attım. Çocuklar yine burada yoğurt kutusunu çevirmiş ellerindeki sopalarla vura vura acayip sesler çıkararak şarkı söylüyorlar. Yanlarındaki el arabasında birisi oturuyor. Lokantadan felfena kokular yayılıyor, çorba kokuları sabah saatleri. Akşamdan kalma devasa sayısız çöp torbaları hunharca yığılmış dükkanın girişine fakat çöp kamyonu dün gece buraya uğramamış sanırım. Gerçi zabıtalar nerede? Bir çocuk yaklaştı çöp yığınına ve içini ayıklamaya başladı, pet şişeleri aldı ve kendinden yaklaşık iki buçuk kat daha büyük olan çuvaldan yapılmış arabasına yükledi. Tüm ağırlığıyla asıldı ve çekiştirerek bir sonraki çöp yığınına ilerlemeye başladı. Dilenci bu sefer lokantanın önünde, yanında da cansız mankenler ona eşlik etmiş, mağaza açılacak birazdan. Bu kargaşayı atlattım ve meydandaki Burger King’in önüne geldim. Buradan tüm her yer görüş açımda. Oturdum, simidimi ve çayımı hızla tüketiyorum. Merdivenler dolu. İnsanlar oturmuş, yiyorlar, içiyorlar, telefonla konuşuyorlar, konuşmuyorlar, duruyorlar. Bazılarına kulak misafiri oluyorum, bazılarının konuştuğu dili anlamıyorum. Yerde oturan bile var, ne fark eder ki. Atatürk heykelinin etrafında onu çepeçevre sarmış insan kümesi yine, sanırım gölgesinden faydalanıyorlar veya banklarda yatanlar yüzünden oradalar. Nerede dursanız bir gölgelik var. Binalar her yerden gökyüzünü, Güneş’i, bulutları ve Ay’ı kapatıyor. Yanımdaki amcadan keskin ot kokusu geliyor ‘sigaramın dumanı da dumanı’ diye mırıldanarak Asu Maralman’a selam çakarak kalktım oturduğum basamaktan, ilerlemeliyim. Hışırt hışırt yerdeki pet şişesine vuran birisi. Sürüklüyor şişeyi ama nereye? Afiş dağıtanların, anket yapanların ayak diplerine.  Neyse ki vakit henüz öğle olmadı ve tabi günlerden Cuma değil. Yığınla insanın camiden meydana taştığı, ellerindeki seccadeleri, gazeteleri serdikleri bu meydanda yürürseniz garipsenirsiniz o vakit, ötekileştirilirsiniz. Tıpkı ötekilerin yaptığı gibi. Geçidin ayak dibindeki Kızılay çadırını kaldırmışlar nihayet ama şimdi de anlamadığım birkaç çadır var ve yeni bankamatikler eklenmiş. Martılar ve bisikletler asansörün ağzında. Geçide az kaldı, taksici müşterisiyle kavga ediyor, minibüslerin kornalarının sesi kısılacak, otobüsler boncuk gibi arka arkaya dizilmiş ve kum taneleri kadar fazla olan insanları bekliyorlar. Merdivenlere yaklaşıyorum. Önümde mısırcı. Kışları kestane yazları mısır. Hemen yanında kokoreçci abi taburelerini sermiş gecenin karanlığında elindeki satırla bağırsakları kıyıyor. Pilavcı tezgahını kurmuş lambaları yanıyor. Yine hunharca kalabalık saat fark etmeksizin. Köftecinin el arabasından çıkan duman göğe yükselirken etrafına isli bir koku yayıyor ve zaten buğulu olan Ay’ı hepten gizliyor. Merdivenin hemen dibindeki gül satan ağabey acaba kimi bekliyor? Sekiz dokuz tane polis motorlarını tam meydanın orta yerine çekmiş sanki gösteriş içindeler. Rastgele insanları çeviriyorlar. Kimlik, ehliyet? Sorulması gereken bu mu? Pekala, vakit çoktan sabah oldu bile. Merdivenler yine çok kalabalık. Milim milim ilerliyoruz. Asansör çalışmıyor, yürüyen merdiven durgun ve yorgun. Şaşkın, umursamazca hareket eden yaya yığınları meydanda, caddede ve hatta e-5’te her yöne akıllarına estiğince volta atıyorlar, kafası kesik tavuk gibi koşuşturarak bir durup bir ilerliyorlar, çapraz çapraz örgü örenlerde cabası. Başka bir dünya var mıydı onlar için, bilmiyorum. Haberleri var mıydı bundan onu da bilmiyorum. Nihayet son basamağı aşarak en tepeye vardım. Sürekli çantamı ve ceplerimi yokluyorum. Bazen ellerim cebimde ilerliyorum eğer fazlaca sıkışıksa yollar. Üst geçitteki manzara harika. Her yeri görebilirsiniz buradan ve gökyüzünü görebildiğiniz nadir yerlerdendir, her şeye rağmen. Tüm bu sıkışıklıkta akbillerini doldurmaya çalışan insanlar var. Kimisi cihazları kullanmayı bilmiyor buralı olmadıkları için, kimileri küfürler savuruyor, görevli oralı bile değil, ne kadar umrunda olabilir ki? Sigarasını bitirmeyi bekleyenler ve stant açmış acentalar. Köpekler iki tane, önlerinde kurumuş kemikler, yerde uzanmış geçip gidenlere hırlıyorlar. Kitap satanlar geceleyin de burada, hemen yanında çorap satanlar ve su satıcıları tam ortada. Seyyar satıcılar yerde renkli kumaşlarını sergiliyorlar. Siyasi mitinglerin cızırtılı zırvalıkları hoparlörlerden gürültüye karışıyor. Karşımda Ataköy, arkamda Şirinevler, e-5 ayaklarımın altında, sol taraf neredeyse Bakırköy’e kadar görülebiliyor, sağ tarafta Sefaköy uzakta seçiliyor.  Az önce kitapçıdan baktığımız yerin şimdi üstündeyiz. Manzara illa da pastoral şiirsellikte olmalı mı bilemiyorum. Beyoğlu’nun sokakları yada Kuzguncuk’un esnafları. Kenti her haliyle izlemek. Güneş tepeye yaklaşırken bende etrafa bakınıyorum. Kim bilir kimler nereye yetişecek. Hızla sürtünerek ilerliyorum, burada zaman yavaşlıyor adeta. Geçidin tam ortasına yaklaşınca insanlar azalıyor artık, tek anlık bir şey bu. Asla şaşmayan zihinsel bir düzen. Metrobüs gişelerinden sonra neredeyse yirmi metrelik bir mesafe, yavaş yavaş tel tel dökülüyor insanlar. Ataköy’e yaklaşıyoruz. Görevli yerinde değil, en son 6-7 yaşlarındaydım bu dilenci teyzeyi gördüğümde. Korkardım ondan sebepsizce. Üstümüzde saçak, geçit kapalı bu sefer, gökyüzünü göremiyorum. Halam ilerde sağa sola bakınarak beni arıyormuşçasına endişeli, bense köprünün korkuluklarından kafamı sıkıştırmış yolu izliyorum. Arabaların manevralarını. İnsanlar tek yönde hareket ediyor metroya doğru, üç ayaklı ahşap tezgahıyla bir kumrucu hızla al-ver yapıyor koşuşturanlara. Doing doing doing, bozuk para sesleri. Ses ve renk cümbüşü yine var ama bu sefer boğucu değil. Halam eliyle gel işareti yapıyor. Bir hışımla dilencinin yanından geçtim yanına gittim. Gökyüzünde yıldızların nadirde olsa görüldüğü zamanlar vardı, bu gece gibi.  Köşede yine yerde yatanlar var. Solda metro girişi, sosisli kokusu buram buram kırıyor burun direklerimi. Bu koku zihnimdeki hatıralarımın toz bulutu olmasını sağladı. Sıcak artık iyice artmıştı. Metro girişinin solunda kalan merdivenlerden aceleyle çıkanlar inenler var, otobüslerle dolmuşlarla gelip gidenler inip çıkıyor buradan. Dönüp ardıma bakınca Burger King, Balkan Lokantası, Torku Ziyafet, Levent Börek, American Time, Yapı Kredi, Bayburt Döneri, Bilal Büfe-Kırtasiye, Burger King Asado, Yeliz Peruk, English Time, Güzellik Salonu, Aksesuar Dünyası, Thy, Pegasus, Noter Yeminli Tercüme, Sürücü Belgesi Giriş Kattayız, English Park, Kaya Kırtasiye, Arzu güzellik, Deva Mali Müşavir, Şirinevler Sürücü Kursu, Solaryum, Tercüme, Aşkım Cemre Beauty, Eve, Bilgisayar Hastanesi, Aydın Sarı Sürücü Kursu, Kültürle Tam Eğitim Modeli, Tudors, MoneyGram, Brango, Western Union, Tattooing Dövme Piercing, Yargı Akademi, Tatkar, Merkez Psikoteknik, Birey Şirinevler, Maabella Güzellik Salonu, Salon Caner, Face to Face ve daha niceleri. Reklam panolarından binalar gözükmüyor artık. Birkaç adım sonra yine merdivenler. İniyorum ama kimse yok. Yürüyen merdiven sadece kendi kendine in çık yapıyor. Asansör bomboş. Çöp kutusu dolmuş. Martılar dizili sıra sıra, yanında Kevser Büfe. Sol tarafta basketbol sahası, kaykay yapan bir iki çocuk, önümde bomboş küçük bir yol sağı solu ağaçlarla sarılmış, ortasında bir arkadaş gitar çalıp mırıldanıyor. Yaklaşınca fark ettim ki Ayna’nın ‘Yeniden de Sevebiliriz Akdeniz’ şarkısı, duymayalı çok zaman oldu, hatırladım yeniden. Kaldırımdan caddeye adımımı atmadan yirmi otuz metre ötede durmuştu bile araba, bana eliyle buyur işareti yaptı çoktan. Geçtim hızla. Köşede meyve arabası. Tek meyve, kavun. Sağım solum çok yabancı ardımdaki dünyaya. Kapalı bir kutu burası. Evler bilmem kaç katlı, her sitede bahçeler var kendine ait. İzleniyorum, kameralar her yerde. Yolda yürürken sağda solda sürekli gözünüze yeşillikler kulaklarınıza sessizlik ilişiyor. İnsanlar artık çok daha az. Biraz yürüyünce bir pasaj, bir alışveriş merkezi var, Atrium. Çok önceleri buralara gelirdik alışveriş için hatırlıyorum. Sanki o günden beri buralar hep aynı, değişen bir şey yok. Binanın portikosundan yürüdüm ve ön tarafa geçtim. Alışveriş merkezinin açık otoparkı neredeyse boş. İçinden zikzaklar çizerek yürüdüm buradan. Karşıya geçince köşede bir cami, caminin içi dolmuyor burada. Cuma günleri bile, hatta bayramlarda dahi. Caminin karşısında bir tenis kortu, bu öğlen vakti tenis oynayanlara rastlamak mümkün. Güneş binaların arasından sızamadığı için tenis kortunun bulunduğu yer hala gölge kaplı. Sanırım hep böyle. Biraz daha yürüyünce artık içerlerde sadece kendi sesinizi duyabilirsiniz, o kadar. İnsan yok dersem bana inanmanız zor olmasın. Çok nadir de olsa evcil hayvanlarını gezmeye çıkaranlar ve yürüyüş yapan insanlarla karşılaşıyorum, o kadar. Bazen site duvarlarının ardından çocukların oyun seslerini duyabiliyorum nadiren de olsa. İlerlerken Emine teyzeyi gördüm elimi salladım, elinde mama poşedi bir oraya bir buraya hareket halinde. İlerledim sakince . Sessizlik beni burada zamandan alıkoyuyor sanki. Ahmed Hamdi Tanpınar öyle söylüyor işte, ‘ Ne içindeyim zamanın, Ne de büsbütün dışında; Yekpare, geniş bir anın parçalanamaz akışında.’ Monotonlaşıyorum. Kendimi yabancı hissediyorum burada, ötekileşiyorum. Ötekiler gibi. Yerlerde kenarlara süpürülmüş yapraklar ve çalılar, çöp kutuları pırıl pırıl, güvenlikler geçerken tanımasa bile selam veriyor. Sahici mi emin değilim?  Arabalar sadece nizami olarak park etmiş, kaldırımlar fazlaca düzenli. Başka da bir şey yok burada işte. Bu kadar. Yürüdükçe başka bir alışveriş merkezine varıyorum. Biraz dinlenmeli. İçeri giriyorum ve bir kahveci. Sıra bana geldi. Buyurun? Espresso lütfen, ekstra şat ve normalden daha az sıcak su, temassızınız var mı, evet, şuradan okutabilirsiniz, dıt dıt, pat, Tuna bey, teşekkürler. Köşedeki sandalyeye iliştim hemen. Biraz telefonu kurcaladım, etrafı izledim. İnsanlar fazlaca kahkaha içerisinde. Sanırım bu yaşadıkları dünya dışında bir yerin varlığından bir haberler. Bilgisayarımı çıkardım, kağıdımı kalemimi açtım, işlerim var, yapmam gerekenler. Neyse, bilgisayarım açıldı bile. Hasılı her şey tamam. Kuşkusuz kalem ve kağıdıma kavuşabileceğim. Bugün kalemsiz kağıtsız geçebilecek gibi değil. Seneler olmuş onu görmeyeli. En son Mart’ın Dokuzu’ydu 2020, yazdım. Bugün korkunç olmakla beraber özlediğim bir gökyüzüne kavuştuğum nadir günlerdendi. Bugün. Her neyse. Düşüncelerim eşlik etti bana burada ve saatler günleri, günler haftaları kovaladı, böylece kağıdı yara yara dökmeye başladım korlarımı; ‘Zihnim bulanmış ve göz çanaklarımdaki yorgunluk gitgide artmaktaydı. En son ne zaman uyandım, hatırlamıyorum bile…’ diye başlayan bir cümle. Kalem yahut kağıdın tükeneceği korkusundan mı bilinmez; cümlelerin arasında, kalemin hırçınca kağıdı deldiği yerlerin dışında ne nokta ne de insanı durdurabilecek başka hiçbir şey yoktu.

bottom of page